ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

1 Aralık 2008 Pazartesi

Çiçek Ağrısı

esnek zamanlar olsun
...yarasızımıza dokundukça tel tel dökülsün gözlerimize
çekilen ufukta akşam karası
denizde tufan kopsun
karada yer sarsıntısı
daha erken çalın sazı
geçsin boydan boya ay soluğu, çiçek ağrısı

12 Kasım 2008 Çarşamba

Devrim ve Devrimci

Devrimci, devrimin ansızın çıkageldiğini bilecek kadar tetikte, tümgüzelliklerin, iyiliklerin kapısını açacağını bilecek kadar da hayaligeniş, iyimserliği tam olan kişidir.Bu noktadan hareketle tarihin dönüşüm noktalarında, bu tetiktebekleyen hayali geniş kişiler, üzerine düşeni yapmış ve bu hayaligerçekleştirmek için işe koyulmuştur. Başaramadıysa devrimdenkaçtığıiçin değil, kendi gücünün zayıflığı ya da karşı tarafın gücününyüksekliği nedeniyle olabilir.Bu nedenle bunu hiçbir zaman kalıcı bir nesnellik olarak kabul etmemişve bu başarısızlık nedeniyle, davadan uzaklaşmamış, "bu devrimolacakgibi değil" deyip, vazgeçmemiş, mücadeleye daha fazla güç toplamak,hüner kazanmak üzere devam etmiştir.
Şimdi de, bu, devrime, iktidarı alacaklarına hiç inanmamış devrimkaçkınları, bunu kalıcı bir nesnellik haline getirme çabalarıtutmayınca, devrimden kaçışlarını aklayarak, yeniden aynıkaçkınlığıyapmaya zemin hazırlamaktadırlar.Devrim teorisi Marks'ta şöyledir, bunu hepimiz biliyoruz. Bir taraftaüretim biçimi var, diğer tarafta da üretici güçler var. Marks, budinamiğin kendisinden önce de olduğunu söyler.
Üretim biçimi, üretim ilişkilerini içeriyor. Diğer taraftaki üreticigüçleri de, emekçiler ve üretim araçları yani teknoloji olaraksayabiliriz.İşte Marks'ın devrim teorisinin özü budur. Emekçilerin nitel ve nicelolarak gelişmesi ve aynı zamanda da teknolojinin gelişmişlik derecesi,üretim biçimini kendine uygun hale getiriyor.Gelişimine set çeken ilişkileri değiştiriyor.İfadesi de şöyle; üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesiniengellerse, üretici güçlerin gelişimine uygun olarak dönüşümgerçekleşir.Üretim biçimlerinin de öyle sonsuz olduğunu düşünmemek gerekiyor, birisürmekte olan egemen üretim biçimi, diğeri de gelmekte olan. Hepsi bu.
Egemen olan üretim biçimine doğru, diğer taraftakiler yani emekçilerve de üretim araçları çatışma halinde olan noktalardır. Yani egemenüretim biçiminin, emekçilerin ve teknolojinin gelişimine düzlemselolarak set çektiği ve iki doğrunun da bu seti ya da düzlemi parçalamakve gedik açmak üzere hareket halinde olduğu anlaşılmaktadır. İştemesele burada başlıyor. Egemen üretim biçimi, bu iki gelişmekte olangüç tarafından parçalanacak bir durum ihtiva ediyorsa, egemen olanüretim biçimi yeni bir üretim biçimine dönüşebilir. Ve bu dönüşümbirdevrim oluyor.
Yok, bu iki hareket halindeki güçler, yani emekçiler ve üretimaraçları egemen üretim biçimi olan ilişkiler ağını sıkıştırırsa,ama çarptığınoktada, bir esneme söz konusu ise, bu güçlerle çatışmayı lokalizeedebilecek bir durum söz konusu ise, dönüşüm gerçekleşmez ve iştersine döner. Yani emekçilerin ve üretim araçlarının birlikteliğindenbu esnekliği aşabilecek bir gücün meydana gelmediği anlaşılır. Dahadoğrusu öyle algılanır. Devrim gerçekleşmediği gibi, dönüş noktasıaçılmış olur.Diğer taraftan, bu iki güç, gelişimi önündeki engelleri, sadecedüştüğü yeri yakar misali, üretim biçiminin bazı noktalarında birdeğişiklik yaratsa bile, egemen üretim biçimini değiştirememiş ama buegemenlik içinde kalmakla beraber, görece bir değişiklik yaratabilmişolabilir.Buradan çıkan sonuç şudur emekçilerin ve üretim araçlarının üretimbiçimini değiştirebilecek kendi gücü olsa bile, üretim biçimi bu gücülokalize edebilecek, onun şiddetine dayanabilecek esnekliğe sahip isebu gücün bir başarı kazanması ve üretim biçimini dönüştürmesi,devrimigerçekleştirmesi mümkün olmuyor.
Öyleyse üretim biçiminin dönüştürülebilmesi için, egemen üretimbiçiminin de, diğer taraftaki gücün tersine bir güçsüzlüğütaşımasıgerekmektedir. İşte devrim teorisi Marks'ta budur. Ama bu açıklıklaanlatılmamıştır. Ve devrimden kaçış noktasının, burada kendinigösterdiği de açıktır ve bu açıklıktan hareketle devrimden kaçmakisteyenler, bu kaçışlarına Marks'ta kalarak bahane bulabilirler. Dahaaçıkçası bizzat Marks'ı bahane edebilirler. Ve işte katkı bu noktadaLenin'den gelmektedir. Lenin'in,"yönetenlerin yönetememesi,yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi ve artan eylemliliğinkitleselleşmeye başlaması" şeklinde ifadesini bulan devrimci durumtahlilini hepimiz bilmekteyiz. İşte yine Lenin'le bağlı olan teori ilepratik arasındaki diyalektiği burada görüyoruz.Ve işte Marks'ta yokmuş gibi görünen ama gerçek Marksistleringörebileceği bu noktayı, Lenin pratiğe çıkarmış ve teori ile pratiğindiyalektik bütünlüğünde, önceliği teoriye vermekle beraber, biranlamda teoriyi sağlam bir pratiğe uygulamanın da önemini ortayakoymuştur.Bu nedenledir ki, Lenin'i Marks'tan ayırmaya, devrimden dönenler,dönmek isteyenler, çok heveslidirler. Çünkü tüm çarpıtmalarını,dönüşüm teorisinden sapmanın sürekli bir politika halinegetirilmesini, yalnız bırakılan Marksizmi tahrif etmenin kolaylığıiçersinde gerçekleştirmek istemektedirler.
Bu söylemlerinin bir adım sonrası şudur, işçi sınıfı tarihekarıştı,bitti, yok oldu dolayısıyla işçi sınıfının devrimci rolü kalmadıdiyerek, yukarda değindiğimiz üretim biçimine saldıran güçlerden birtanesini, işçi sınıfını, yok edip, diğerini ki, o da teknoloji oluyor,"bilişim teknolojisi" diyorlar, ve devrimci rol ona bırakılıyor,dolayısıyla devrim, teknoloji eliyle, teknolojinin egemen sınıfınelinde olan bir üretim aracı olması hasebiyle de, kapitalistekalıyor.
Sonra da ısrarla kapitalizmde kalmanın teorilerine geçithazırlayanlar, "ulusalcı komünistler" lafzıyla yeni abuk teorilericadedip, sözde burjuva ideolojisine karşı imiş gibi yapmaktadırlar.Bu ne yaman ikiyüzlülüktür. Ulusalcı komünistler lafzıylaMccarthycilik yapıp, ulusalcılığa, burjuva milliyetçiliğine geçitaçmak hem yaman bir çelişki, hem de şapka çıkartacak bir şeytaniçabadır.
Eğer gerçekten ulusalcılığın, milliyetçiliğin, Marksist anlamdakarşısında olmak istiyorlarsa; ulusal ve sömürgesel sorunla,sermayenin egemenliği, kapitalizmin devrilmesi ve proletaryadiktatörlüğü sorunu arasındaki organik bağın ortaya çıkarılmasıkonusunda teorisyenliklerini göstersinler..
O zaman söylemek zorunda kalacakları şudur: 2.enternasyonal dönemindebaşlayan, "ulusal sorunun kapitalizm çerçevesi içindeçözülebileceği",şeklinde ortaya çıkan görüşün yanlış olduğunu, yani kapitalistiktidaryıkılmadan, ulusların ve sömürgelerin kurtarılamayacağını, başkaifadeyle, tüm haklarına sahip olmayan uluslar ve sömürgeleremperyalizmin boyunduruğundan kurtulmaksızın, proletaryanın zaferininkalıcı olmadığını söylemek zorunda kalacaklardır.Peki, yerine Kautsky'i koyarak, ulusal sorunu en geniş biçimde formüleeden Lenin'i Marks'tan ayırmaya çalışanlar bunu dillendirebilirlermi? Dillendiremezler ve işte bunun için "ulusalcı komünist" lafzıile abukicatlarının arkasına saklanırlar.
Kapitalizm de hâlâ iş olduğunun, dolaylı da olsa, söylenmesi de,sosyalizmin artık kapitalizmin malı olduğunun söylenmesi de,dolayısıyla, Marksizmin kapitalizme uygun hale getirilmek üzere revizeedilmeye çalışılması da, işte bu noktadan hareketle, devrimci bir tonverilerek devrimden kaçış noktasını savunmanın maddi temelleriyaratılması içindir.
Sürekli olarak bu yönde teoriler icat etmek, sınıf bilinci içersindeolan her iki sistemin birbirinin karşıtı olma düşüncesinin, bu karşıtsistemlerin sınıf bilincinde birbirine yakınlaştırılması iledeğiştirilmesi çabasını içermektedir..İşte bu günlerde en baba tescilli döneklerinden, en safdil döneklerinekadar, hepsi kapitalistlerin enternasyonalist olma ve eninde sonundasosyalizmin gerekliliğine ikna olma, noktasında olduklarını dilegetirecek kadar kendilerine göre "Marksist" lakırdıetmektedirler.
YDD savunucularının arasında devrim kapısından dönmüş eskikomünistlerin olması bu noktaya dayanmaktadır. O nedenle de, YDD ciemperyalistler ne diyorsa, aynısını sol tonda dile getiriyorlar. Bütünmesele budur. Devrimden kaçanların yine yeniden devrimci rüzgarınkanatlarına binmek için gedik açmaya çalışmaları ve bu açtıklarıgedikten itibaren, topladıkları devrimci potansiyeli devrim kapısındanyine kitlesel olarak döndürme hevesleri yatmaktadır.
Fikret Uzun

6 Kasım 2008 Perşembe

Örgütlü Toplum Sahnesi

Dünya seyircisi rahatladı. Yeni başkanlarını seçtiler ve dünya balonunun havası da böylece alınmış oldu. Seçimler bile bir taktik halini almış durumda. Oyalayıcı bir örtü ve çarpıtmanın ülke çapına yayılması… Şimdi de makyaj öyle yapıldı ki yeni lidere, hem rengi hem söylemi ile hem de beklide önceden yazdırılıp popülerleştirilmiş kitabı ile MİŞ GİBİ yapmada zirve oldu. Demek öyle aşırı uç bir söyleme gerek duyacak kadar toplumsal basınç oluşmuş. Ne kadar basınç, o kadar hava kaçırttırma dünya balonunun sibobundan.
Dünya yönetiminin ulusüstü sermayenin elinde olduğunu ve dünyayı yöneten gücün asla değişmediğini bilenler bu duruma gülüyorlar. Ama acıklı bir gülümsemedir bu. Yoktur birbirimizden farkımız deyişini bir kez daha ve sadece obamasal olarak değil, tüm ülkeler için düşünmelidir.
Siyasi ya da sivil hangi parti ya da örgüte baksanız, derin bir kuyudur göreceğiniz. Akılların özgürce düşünmesini engelleyerek, hapsetmek içindir hepsi. En azından bu kuyularda denetim altında tutulmuş olursunuz. Olabilecek her türlü “hava alma” eylemi de bu kanallardan yürütülür.
Bağımsız bir halk tepkisi olarak nitelenebilecek tepki ne yazık ki yakın geçmişte pek olmadı. Kirlenme her yeri sarmış ve somut olarak kendini göstermekte iken, sadece saf ve temiz olanın soyut halini kirletemezler. Soyut olan kavramsal olandır. Yaşamın içinde yer almayan…
Teori ya da ideoloji temizliğini korumak aklı hapishanelerden çıkarmak gereğini vurgulamak bu nedenle gerekiyor. O nedenle dünya Marksist Leninist kitaplara yöneliyor. Asıl kaynağa. Ama çevirmenine yayınevine dikkat etmeli yine de… Malum dağların kızı Heidi’ye namaz kıldıran bir basın dünyası içindeyiz.
İnsan doğası dış tehlikeden kurtulup bir çatıya “sığınma” gereği duyduğu için kendi sığınağını inşa edememektedir. İlk tepki ilkel tepki ve olana sığınmaktır. Oysa olan zaten yanılsama aynalarından başka bir şey değil. Ne biçim renk ve tarafta olursa olsun başkasının oluşturduğunun altında kendi aklımızı kullanmamız sınırlı kalmaya mahkum. Düşünme üşengeçliğimiz de bu konuda bizi yanıltmakta. Buna bir de insanların bilgileri kategorize etme alışkanlığını eklemeli. İnsan aklı yeni gelen bilgiyi alır, evirip çevirir, sonra onu eski bilgilerden hangisinin rafına kaldıracağını araştırır. Yeni gelen bir bilgiye yeni bir raf açmak gereklidir. Ama önce yeniye karşı bir tepki geliştirip çöpe atmak eğilimi de oluşur. Sonuçta bilgiler, gözlemlerimizin ve eski bilgilerimizin yeni doğan yavruları gibi özgün ve hayatla örtüşen bilgiler, nesnel bilgiler olmalıdır. Bu şekilde üretilmiş olan başka dış bilgilerle kaynaşması da gerekmez.
Bu geçilen süreçte bağımsızlık, aklın bağımsızlığı; parçalanamaz parça olarak kalabilmektedir.
Ancak o zaman bu yalan dekorlu, cinayetini bize kahramanlık diye yutturan ve daha birçok senaryoyu medya vs. yoluyla bilinçaltlarımıza kazıyanların kurduğu sahnede aklımızı sağlam tutabiliriz.

4 Kasım 2008 Salı

Devrim teorisi ve Devrim Kaçkınları

Marksizm-Leninizm bir bütündür. Lenin’in katkıları Marksı eleştirel olarak inceleyip anladıklarından yola çıkarak, katkılarına temel teşkil eden noktaların eksiklik olduğunu dile getirmeden, kendine pay çıkarmadan yapılmış katkılardır ve Marksizm, Marksizm-Leninizm olarak yerleşmiştir.
Ve "biz marksistler" diye başlayan her sözün, gerçek anlamda Marksizmi içermesi Marksizm-Leninizm olarak ele alınması ile mümkündür.
Marksizmden Lenin’i ayırmanın dibinde yatan öznel niyetler, Marksizmi çok daha kolay masaya yatırıp, kesip biçmek içindir.
Yıllardır hep aynı terane olduğu için ve önceleri, bu teraneler ile dönekliğe bir felsefi anlam kazandırmak isteyenleri eleştirdiğimizde, konu hakaret noktasına getirilir ve gruptan atmalara kadar vardırılırdı. Şimdi durum değişti, eleştiren olsa da bu tartışmalara çekmek daha uygun hale getirildi. Çünkü yapılmak istenen açıktır, diyalektiğin de içini boşaltmak ki, onu aytaç bey becermeye çalışıyor, ikincisi Lenin’in yerine ya devrimciliğinden kuşku duyulmayan, Lenin’in de duymadığı ama eksiklikleri ile kimi tutarsızlıkları ile oportünistlere saldırı zemini hazırlayanlarla, Marksizmi bilerek tahrif edenleri Lenin’in yerine koymak ve dolayısıyla Marksizmle çok daha kolay uğraşmak, onu çok daha kolay içini boşaltarak tekelci düzenin sınırları içersinde kullanılabilecek kısmı ile oyalanmak, oyalatmak. Ayrıca da bu hakkı yine Marksizmden almak çok şeytanca.
Bunlara, bu girişimlere verilecek tek yanıt vardır ve o da şudur, üstelik tekrarı olacaktır, marksı da, Lenin’i de eleştirmek gerekiyorsa, Marksizm-Leninizmin içinde kalan, hala devrim için yürekleri hareket halinde olan Marksist-Leninistler yeniyi oluşturmak için eleştirme hakkına sahiptir. Marksizm-Leninizmi dışından eleştirenlerin yapıcı bir niyeti olmadığı gibi hakkı da yoktur. Ve yeni üretilecekse Marksizmde kalan devrimciler üretecektir.
hem Marksizm Leninizme inancı kaybedip, hem buna çeşitli kılıflar hazırlamak, hem de bu inançsızlığa felsefi tabanlar yaratmaya çalışmak, dahası yine marksı kullanarak, bu inançsızlığın, bu marksizmden vaz geçmenin,onların deyimi ile uzaklaşmanın, diyalektik bir davranış olduğunu kabul ettirmek, Kautskyi bile sollayan, bilerek Marksizmi tahrif etmekten başka bir şey değildir.
Öncelikle ulusalcı komünist deyimi literatürde yoktur. Daha önce muhteşem beyin ifade ettiği vatansız komünistler deyimi de olmadığı gibi yoktur. Bu terimler, Marksizmin içini boşaltma çabasında olan ve bunu görevli olarak yapan kişilerin, hatta kurumların zorlama ifadelerinden başka bir şey değildir.
Ne demek ulusalcı komünist, ve SİP-TKP ile sınırlı değilse bu dinamiğe işaret neresini göstermektedir. Burada aslında gösterilebilecek bir yer yoktur. Asıl amaç bu zorlama ifadelerle öcü yaratarak Marksizmi çözme dinamiğinin tabanını genişletme çabasıdır.
Ulusalcı söylemleri bangır bangır Perinçek’in partisi dile getirmekte ve programı da bunu içermekte ve çok yakın zamanda da milli hükümet çözümünü öne çıkartmaktadır. Bu tamamen kapitalist sınır içersinde olan kendilerine göre demokratik olan ve muhtemelen kendi somut durumu somut tahlilleri noktasından yükselen bir politik manevranın tezahürüdür.
Ve dikkat ediniz lütfen, bu progarm etrafındaki ulusalcı görüşlere karşı çıkanlar da, hem de hepsinin ortak noktası olarak, burjuva devletin sınırları içersindeki bir demokrasiden söz etmektedir.
Asıl amacın altını bir kez daha çizmek istiyorum, asıl amaç bu ifadenin bir öcü olarak ısıtılması ve bu öcüye karşı oluşan noktalar üzerinden, ondan veba bulaşır gibi korku yaymak noktası üzerinden, Marksizmi tahrif edecek dinamiğin tabanını genişletmektir.
Açarsak değişik noktalardan birbirine eleştiri yöneltenleri ya da aralarında çelişki olanları bu nokta üzerinden yakınlaştırarak Marksizmi tahrif etme haklılığını pekiştirme çabasıdır da diyebiliriz.
Buna neden ihtiyaç duydukları açıktır ve oraya gelmeden önce bir noktaya daha değinmek istiyorum.ki bu önemlidir.
Bugünkü döneklerin özellikle üst düzeyde olması ve yine onların eliyle bunun kitleselleştirilmesi ve hala bu çabaların sürmesinin, daha önce devrimci olanların sürgit yapabileceği bir davranış şekli olacağını düşünmüyorum, hatta buna ihtimal bile vermiyorum.Aynı dinamik bugün, emperyalizmin bağıra bağıra ortaya koyduğu proje olan tüm ulus devletleri çözme pratiği ile bağlı olan, ayrıntısını geçiyorum, emperyalist yeniden paylaşım ve özellikle Ortadoğuyu kolay yönetilebilir, içinden kendisine uydu olabilecek emperyalist devletler tayin ederek, kent devletleri kurma, dolayısıyla var olan devletleri, kendi iç dinamiklerinin yapısına göre çeşitli gerekçelerle parçalama ve bu pratiği her coğrafya da parçalı bir ideolojik saldırı ile, sulandırma operasyonları ile destekleme çabası sürmektedir.
bu temelde kürt sorununa yaklaşımda da, dönekliği meşrulaştırmaya çalışanlarla, emperyalistlerin aynı doğrultuda hareket ettikleri ve aynı dinamikleri zorladıkları da görülmektedir.
Bunun sonucu elbetteki emperyalistlerin, tekelci kapitalistlerin yani kapitalizmin işine yarayacak, ömrünün uzamasını sağlayacak ama diğer tarafta ise işçi ve emekçilerin,ezilen,sömürülen halkın daha köle durumuna düşmesine,hatta ümmet olmasına neden olacaktır.ve bir taraftan da bunun dinamiği,bu yöndeki çözülmenin ideolojik planda da yapıldığı,pratiğinin de yerleştirildiği görülmektedir.
hal böyle olunca özellikle devrimden kaçmış, bunu kitleselleştirmeye çalışmış ve hatta bu dinamiği sürdürmek isteyenlerin neden bu konuda felsefe ürettiklerini anlamamızın kolaylaştığını görmeliyiz. Kendimize soracağımız sorularımızı bu temelde bilince çıkarıp asıl neyi yapmak istediklerinin sonucuna varabileceğimizi görebilmeliyiz.
ve ben geniş halk kitlelerinin, dünyanın ezici çoğunluğunu teşkil eden bu temeldeki insanlığın bir avuç bezirganın mutluluğu ve aşırı ve sapkın mutluluğu için köleliğe, açlığa, zulme mahkum edilmesine bile bile göz yuman, yummakla kalmayıp, şimdilik, ideolojik planda yardımcı olan, bu politikaları benimsetmeye çalışanların, değil şimdi, önceden de devrimci, sosyalist, komünist olması mümkün değildir diyorum.
Olsa olsa dün de bugün olduğu gibi Marksizmi tahrif etmek için ve topyekün devrim kapısından döndürmek için görevlendirilmiş kişiler olduğunu düşünüyorum. O nedenle söylediğim iki şeyi yinelemek istiyorum.
Birincisi "bugün hangi noktada iseler, dün de o noktadadırlar" diyorum.
İkinci olarak da,"devrim kapısından bir kez kaçanlar bir daha oraya dönmezler" diyorum.
Şimdi izin verirseniz devrimden dönüş noktası ile devrim kapısının açıldığı noktanın aynı olduğunu ve bu nedenle devrimden kaçanların bu kaçışlarını Marksizm içinde kalarak izah etmekte zorlanmadıkları üzerinde durmak istiyorum.
Sol gömlekliler, Lenin’in Kautsky için söylediği gibi "kafalarının içinde, ya da masalarında, Marksizmle ilgili hazırda beklettikleri çekmeceler taşımaktadırlar" buna rağmen ve işte bu olgu sayesinde Marksizmi tahrif etmekte ve Marksizm içinde kalmayı başarmakta usta olmuşlardır. Yakında bu ustalıklarını geliştirmek üzere, aslında devrimin dönüşüm olduğunu, dolayısıyla sürekli dönüşümün devrimcilik olması hasebiyle de bu dönekliğe, devrimden kaçmaya devrimci bir ton vermeyi de öne sürerlerse şaşırmamalıyız.
Ama hepsi Marksizmi tahrif etme, devrimden kaçış noktalarına süreklilik kazandırma ve bunu benimsenebilir bir politika haline getirme çabasıdır.
Devrimci devrimin ansızın çıkageldiğini bilecek kadar tetikte, tüm güzelliklerin, iyiliklerin kapısını açacağını bilecek kadar da hayali geniş, iyimserliği tam olan kişidir.
bu noktadan hareketle tarihin dönüşüm noktalarında, bu tetikte bekleyen hayali geniş kişiler, üzerine düşeni yapmış ve bu hayali gerçekleştirmek için işe koyulmuştur. Başaramadıysa devrimden kaçtığı için değil kendi gücünün zayıflığı ya da kartı tarafın gücünün yüksekliği nedeniyle olabilir. Bu nedenle bunu hiçbir zaman kalıcı bir nesnellik olarak kabul etmemiş ve bu başarısızlık nedeniyle davadan uzaklaşmamış, bu devrim olacak gibi değil deyip vazgeçmemiş mücadeleye daha fazla güç toplamak, hüner kazanmak üzere devam etmiştir. Şimdi de bu devrime, iktidarı alacaklarına hiç inanmamış devrim kaçkınları bunu kalıcı bir nesnellik haline getirme çabaları tutmayınca, devrimden kaçışlarını aklayarak yeniden aynı kaçkınlığı yapmaya zemin hazırlamaktadırlar.
Devrim teorisi Marks’ta şöyledir, bunu hepimiz biliyoruz. Bir tarafta üretim biçimi var. Diğer tarafta da üretici güçler var. Marks, bu dinamiğin kendisinden önce de olduğunu söyler
Üretim biçimi, üretim ilişkilerini içeriyor. Bu noktayı bir yatay düzlem olarak, yerleşik düzlem olarak ele alabiliriz.
Diğer taraftaki üretici güçleri de, emekçiler ve üretim araçları yani teknoloji olarak başka bir nokta sayabiliriz.
İşte Marks’ın devrim teorisinin özü budur. Emekçilerin nitel ve nicel olarak gelişmesi ve aynı zamanda da teknolojinin gelişmişlik derecesi üretim biçimini kendine uygun hale getiriyor.
İfadesi de şöyle; üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini engellerse üretici güçlerin gelişimine uygun olarak dönüşüm gerçekleşir.
Üretim biçimlerinin de öyle milyonlarca olduğunu düşünmemek gerekiyor, biri sürmekte olan egemen üretim biçimi, diğeri de gelmekte olan.
Egemen olan üretim biçimini yatay bir düzlem olarak ele almıştık. Diğer taraftakileri yani emekçileri ve teknolojiyi de, bu düzlemle çatışma halinde olan noktalar ya da ona doğru bir ok gibi ilerleyen doğrular olarak kabul edebiliriz.
Yani egemen üretim biçimi, emekçilerin ve teknolojinin gelişimine düzlemsel olarak set çektiği ve iki doğrunun da bu seti ya da düzlemi parçalamak ve gedik açmak üzere hareket halinde olduğu anlaşılmaktadır.
İşte mesele burada başlıyor. Bu düzlem bu iki doğru tarafından parçalanacak bir durum ihtiva ediyorsa, egemen olan üretim biçimi yeni bir üretim biçimine dönüşebilir. Ve bu dönüşüm bir devrim oluyor.
Yok, bu iki doğru olarak hareket eden ve düzlemi sıkıştıran oklar, bu düzleme çarptığı noktada, düzlem esnek bir yapıda ise, bu doğruların çatışmasını lokalize edebilecek durumda ise dönüşüm olmaz ve iş tersine döner. Yani oklar vurduğu esnek düzlemden seker ve aksi yöne döner.
Diğer taraftan, bu iki doğru, ok olarak sadece düştüğü yeri yakar misali, yani bu düzlemi deldiği noktada bir değişiklik yaratsa bile egemen üretim biçimini değiştirememiş ama belki görece bir değişiklik yaratabilmiş olabilir.
Buradan çıkan sonuç şudur emekçilerin ve üretim araçlarının üretim biçimini değiştirebilecek kendi gücü olsa bile, üretim biçiminin bu gücü lokalize edebilecek, onun şiddetine dayanabilecek esnekliğe sahip ise bu gücün bir başarı kazanması ve üretim biçimini dönüştürmesi, devrimi gerçekleştirmesi mümkün olmuyor.
Öyleyse üretim biçiminin dönüştürülebilmesi için, egemen üretim biçiminin de diğer taraftaki gücün tersine bir güçsüzlüğü taşıması gerekmektedir.
İşte devrim teorisi Marksta budur. Ama bu açıklıkla anlatılmamıştır.
ve devrimden kaçış noktasının, burada kendini gösterdiği de açıktır ve bu açıklıktan hareketle devrimden kaçmak isteyenler, bu kaçışlarına Marksta kalarak bahane bulabilirler. Daha açıkçası bizzat Marksı bahane edebilirler. Ve işte katkı bu noktada Leninden gelmektedir. Lenin’in, yönetenlerin yönetememesi, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi ve artan eylemliliğin kitleselleşmeye başlaması şeklinde ifadesini bulan devrimci durum tahlilini hepimiz bilmekteyiz.işte yine Leninle bağlı olan teori ile pratik arasındaki diyalektiği burada görüyoruz.
İşte Marksta yokmuş gibi görünen ama gerçek Marksistlerin görebileceği noktayı Lenin pratiğe çıkarmış ve teori ile pratiğin diyalektik bütünlüğünde önceliği teoriye vermekle beraber bir anlamda teoriyi sağlam bir pratiğe uygulamanın da önemini ortaya koymuştur.
İşte bu nedenledir ki Lenin’i Marks’tan ayırmaya devrimden dönenler çok heveslidirler. Çünkü tüm çarpıtmalarını, dönüşüm teorisinden sapmanın sürekli bir politika haline getirilmesini, yalnız bırakılan Marksizmi tahrif etmenin kolaylığı içersinde gerçekleştirmek istemektedirler.
Bu söylemlerinin bir adım sonrası şudur, işçi sınıfı tarihe karıştı, bitti, yok oldu dolayısıyla işçi sınıfının devrimci rolü kalmadı diyerek, yukarda değindiğimiz düzleme saldıran oklardan bir tanesini yok edip, diğerini ki, o da teknoloji oluyor ve devrimci rol ona bırakılıyor, dolayısıyla devrim, teknoloji eliyle, egemen sınıfın elinde olan bir üretim aracı olması hasebiyle de, kapitaliste kalıyor.
İşte bu günlerde en baba tescilli döneklerinden, en safdil döneklerine kadar hepsi kapitalistlere enternasyonalist olma ve eninde sonunda sosyalizmin gerekliliğine ikna olma noktasında olduklarını dile getirecek kadar kendilerine göre "Marksist" lakırdı etmektedirler.
İşte YDD savunucularının arasında devrim kapısından dönmüş eski komünistlerin olması bu noktaya dayanmaktadır.
O nedenle de, YDD’ci emperyalistler ne diyorsa aynısını sol tonda dile getiriyorlar. Bütün mesele budur.
Bu çabalarının altında da devrimden kaçanların yine yeniden devrimci rüzgarın kanatlarına binmek için gedik açmaya çalışmaları ve bu açtıkları gedikten itibaren, topladıkları devrimci potansiyeli devrim kapısından yine kitlesel olarak döndürme hevesleri yatmaktadır. Daha doğrusu çok önceden seçilmiş, görevli olduklarının saklanamaz hale gelmesi yatmaktadır.

Fikret Uzun

Turnusol/Zafer Kutlu

Bu toprakların gerçek sahibi bu topraklarda doğup büyüyen ve bu topraklardan başka bir coğrafyada yaşamak şansına sahip olmayan buranın insanlarıdır. Bu insanların ve dahi bunların bağrından çıkan komünistlerin bu yurda, vatana sahip çıkmasından daha doğal başka bir şey olamaz. Son dönemde kavram kargaşaları yaratılarak ortalığın toza dumana boğulması emperyalist tekellerin politikalarına hizmet etmektedir. Ulus devletlerin parçalanmasına yönelik emperyalist planları ABD resmi ağızları açık açık deklare ediyorken bunun önüne dikilmek onların oyununu bozacaktır. Ancak tuttukları yolun zorluğunu Irak’da, Afganistan’da Lübnan’da görmüş olan emperyalistler öncelikle direnç noktalarının ortadan kaldırılması için toplumun yapısal bozunumunu sağlarken, öte yandan iplerini elinde tuttuğu AKP ve onun destekçileri ile yönetimsel düzenlemeleri yapmaktadır. Muhtemel direnç noktalarını da politik söylem kirliliğini de işin içerisine katarak manüple etmektedir. Bu noktada her soydan ve renkten işbirlikçileri ile yurtseverlik kavramını, vatan sevgisini asıl sahip çıkması gerekenlerin ağzı ile lanetleyerek saldırılarını sürdürüyor. Ülkesine sahip çıkmak, ülkesinin insanını sevmek, yaşadığın topraklara sahiplenmek ne zamandan beri komünistler tarafından lanetlenmiş olarak kabul edilmeye başladı, bana bunu söyleyecek kimse var mı acaba? Ya da şöyle diyelim; vatanını sevmek, ülkesinin insanını sevmek, yaşadığı toprakların sahibi olmayı istemek hakkı, herkesten önce işte bu ülkede yaşayıp da ortaya çıkartılmış olan tüm zenginlikleri yaratırken, canını dişine takarak çalışan ama emeğine el konulan işçi sınıfına ve emekçi halkımıza aittir. Türkiye’de var olan zenginliklerin yaratıcısı olan işçi sınıfı ve emekçi yığınların bu zenginliklerin üzerinde oturanlardan daha mı az sevmesi gerekiyor bu vatanı. Burjuvazinin sevgisi sömürdükçe, talan ettikçe artan zenginlikleri içindir. Bu sevgilerine ne tür bir kılıf uydururlarsa uydursunlar tek sebebi budur. İşte arasındaki bu farkı göremeyenler ya da görmek istemeyenler önce kendilerinin komünistliğine dönüp bir daha baksınlar. Eğer yurtsever olursan enternasyonalist olamazsın ya da enternasyonalizm yurtseverliği reddeder mantığına kadar dayanan bu yaklaşım özünde, tek tek ülkelerde ve küresel boyutta emperyalistlerin değirmenine su akıtır. Yurtseverliği enternasyonalizmin karşısına koymak emperyalistlerin ağzı ile politika yapmaktır. Onların yapmak istediği de zaten budur. Yurtseverliği işte bu söylemlerle sınıf ideolojisi ile çarpıştırarak içini boşaltıp milliyetçiliğe eklemlemek. Böylece asıl olan antiemperyalist savaşın sınıf ekseninden uzaklaştırılması sayesinde nihai darbenin vurulmasıyla mutlak sonun hazırlanmasıdır. Kapitalizmin özünü oluşturan artı değeri yaratanların elleri ile ortaya çıkarttığı tüm değerlerin yavaş yavaş değil artık bir çırpıda bir daha üzerinde sınıfsal hak iddia edilmesini de nihai olarak ortadan kaldıracak olan bu politikalara karşı olmak, karşı olması gerekenlerin önünde yürüyerek yol göstermek komünistlik görevidir. Sınıfsaldır. Sınıf savaşının ta kendisidir. Kurulurken canını verdiği, kurulduktan sonra yarattığı zenginliklere, emeğine el konulduğu bu ülkenin emekçi halkının bu değere top yekün sahip çıkması tekellerin hesaplarını hem ülkemizde ve hem de küresel çapta boşa çıkartacaktır. Bu, emperyalistlerin korkulu rüyasıdır. Kendi yurduna sahip çıkmayan enternasyonalist değerlere nasıl sahip çıkacaktır. Bir gerçeği değiştirmek şansımız yok, bu ülkede yaşayan, sömürülen proletarya bu ülkenin tekellerine ve küresel sermayeye karşı savaşacaktır. Bu ülkeye sahip çıkacak olan proleterya tekellerin oyununu bozacaktır. Böylece enternasyonalizm adına yapabileceği en önemli işi gerçekleştirmiş olacaktır. İşte yurtseverliğin enternasyonalizm ile buluşma noktalarından en önemlisi budur. Bizim ülkemizde sınıf savaşını Türkiye emekçi halkları, Türk ve Kürt halkları birlikte vermek zorundadır. Bunun haricinde enternasyonalist dayanışma dahi olsa komşu ülkenin proletaryası bizim için devrim yapamaz. Biz de onlar için yapamayız. Ama kendi topraklarında emperyalist tekelleri yenilgiye uğratmış bir ülke halkı bizim için ve dünya halkları için yapabileceği en iyi enternasyonalist dayanışmayı göstermiş olacaktır. Yani vatan sevgisi, yurtseverlik öylesine uydurulmuş işine gelenin lazım olduğu gibi çekip sündürerek kullanabileceği lastik gibi bir malzeme değildir. Ama bir furyadır gidiyor. Ya gerçekten bilmeden ortamda yaratılan manüplasyondan etkilenerek birçok insan bu kavramlar girdabında boğuşup duruyor ya da belli bir yerlerde bu işi kitabına uygun organize etmesi için özel çaba harcayan "komünist" gömleğini halen daha taşırken bir yandan da burjuvazinin ideolojik saldırılarında mihmandarlık yapanlar işlerini oldukça iyi yapıyorlar. Günlük söylemi, politik tavrı, gündemi belirlemeyi, sol gösterip sağ vurmayı ama bir yandan da bu yaptığını sol kültürün içerisine yerleştirmeyi oldukça iyi becerenler, tekellerin politikalarını içimizde devam ettirmenin kanallarını oluşturmaktadırlar. Böylece bırak devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasını ülkenin paramparça edilip top yekün yok edilmesine dahi karşı çıkacak hiçbir direnç noktası bırakmamaya kararlılar. İşte gürültünün koptuğu yer burasıdır. Temel olan emek - sermaye çelişkisinin göz ardı edilerek olayların gündelik gelişmelere göre değerlendirilmesini sağlamak böylece de asıl görülmesi gereken bütünün yerine parçaları oturtmak burjuvazinin yöntemidir. Bu yöntem bu günlerde ideolojik mücadelenin bir biçimi olarak özellikle önümüze komünist kimlikli ağızlardan örtülü olarak dayatılıyor. Kimi dostlarımız da farkında olmadan bile olsa bu girdabın içerisine hem kendi düşüyor hem de başkalarını da düşürüyor. Evet arkadaşlar bu memleket bizim. Dişimizle, tırnağımızla bağrını yarıp toprağından doyduğumuz bu memleket bizim. Her vidasını tek tek sıkıp kurduğumuz fabrikalarında emeğimizi patronun gasp ettiği bu memleket bizim. Her taşında, her binasında, gözün görebildiği insan emeği ile yaratılmış her değerinde alın terimiz olan bu memleket bizim. Bu memleket bizim ve bizim olanı gasp etmiş olan tekellerin burjuvazinin elinden alana kadar ve emperyalizm canavarını yeryüzünden yok edinceye kadar da bu sınıf mücadelesi devam edecektir. İşte yurtseverlik budur. Sınıf savaşı ile örtüştüğü yer burasıdır. Emperyalizme karşı olmak da budur. Enternasyonalist olmak da budur.
Zafer Kutlu

Enternasyonalizm ve Ulusalcılık

Marks uluslararası emekçiler birliği toplantısındaki konuşmasında şöyle diyor;
"Geçmiş deneyimler, farklı ülkelerdeki emekçilerin yürüttükleri tüm kurtuluş savaşımlarında bulunması ve onları sıkı bir dayanışmaya yöneltmesi gereken kardeşlik bağı ihmal edildikçe ve çabalar birbirinden kopuk oldukça, bunun, ortak bir yenilgiyle cezalanmayı beraberinde getireceğini göstermektedir. " ( Marx-Engels- Seçme Eserler)
Leninse şöyle diyor; "Tek bir gerçek enternasyonalizm vardır ve bu, kişilerin bütün kalbiyle kendi ülkesindeki devrimci hareketin ve savaşımın gelişmesine çalışması, bu savaşımı yalnızca bu hareket çizgisini, istisnasız her ülkede propagandayla, sempatiyle ve maddi yardımlarla desteklemesidir." (Lenin-Tüm Yapıtlar)
Yine Lenin,"Burjuvazi, kendi ulusal istemlerini her zaman ön plana koyar ve bunu, kesin bir şekilde yapar. Proletarya açısından ise, bu istemler sınıf savaşımının çıkarlarına bağımlıdır."diyor.
Manifesto da, "emekçilerin ülkesi yoktur" diyor Marks, ve bunun çıkış noktası yukarıdaki Lenin alıntısında yatmaktadır.
Ama başka bir önermeyle de şunu diyor; "ilk önce politik üstünlük kazanması, ulusun öncü sınıfı olmaya yükselmesi ve ulusu oluşturması gerektiğine göre, bu açıdan kendisi de, burjuva anlamda olmasa da, ulusaldır." (Marks- Engels, Tüm Eserler)
Lenin bu iki önermeye, vurgu anlamında açıklık getiriyor, bu iki önermeyi birbirinden ayırmanın "olağanüstü hatalı" olduğunu vurguluyor. Bu iki önermenin gerçek anlamı, burjuva milliyetçiliğini reddeden proletaryanın, emekçileri kendisiyle birlikte anti-kapitalist savaşım içinde sürüklemesinin ve ulusu sosyalizme götürebilmesi bakımından, proletaryanın, ulus içinde öncü sınıf durumuna yükselmesinin zorunlu olduğudur. Proletarya, ancak bu anlamda ulusaldır ve onun sınıf çıkarları, ancak bu sınırlar içinde tüm ulusun çıkarlarıyla bağdaşır.
Oportünistler her iki önerme arasındaki bağıntıyı koparırlar ve her birine milliyetçi bir sapma kazandırmaya çalışırlar. Lafazan solcular ki, bugün çok yaygındır,"emekçilerin ülkesi yoktur" önermesini mutlaklaştırmaya çalışır.
Diğer eğilim ise sağ da kendini gösterir ve "proletaryanı n kendisinin ulusu oluşturması" önermesini mutlaklaştırır.
Her iki eğilim de, özünde milliyetçi bir sapmadır ve gideceği yer eninde sonunda burjuvazinin kampıdır.
Bugünkü koşullarda ulusal kurtuluş hareketlerinin ideolojisi karşısında proletaryanın tavrına ilişkin, Lenin’in önermelerinin anlaşılması çok daha büyük önem taşımaktadır. Lenin’in tüm anlatımlarına baktığımızda, bu ideolojinin ana içeriğini oluşturan milliyetçiliği karmaşık ve çelişkili bir görüngü olarak kabul ettiğini görürüz.
Lenin hep aynı tarzda ele almanın olanaksızlığını göstermiştir. "Olumlu bir yol izlediği, sömürgeciliğe, ulusal baskıya ve feodal kalıntılara karşı çıktığı zaman burjuva milliyetçiliğini desteklemek, bir Marksistin zorunlu görevidir.
Fakat proletaryanın, milliyetçiliği desteklerken varabileceği son sınır budur. Çünkü bu sınırla birlikte, burjuvazinin, milliyetçiliği güçlendirmek amacıyla kesin bir faaliyete başladığı görülür."(Lenin, Tüm Yapıtları)
1969 yılında toplanan komünist ve işçi partilerinin uluslararası danışma toplantısı var. Burada alınan, emperyalizme karşı savaşımda görevler başlıklı karar da şöyle diyor; "her komünist partisi, eylemleri açısından kendi işçi sınıfına ve halkına ve aynı zamanda uluslararası işçi sınıfına karşı sorumludur. Her komünist partisinin ulusal ve uluslararası sorumlulukları, ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Marksist- Leninistler, hem yurtsever, hem de enternasyonalisttir; hem ulusal dar kafalılığı,hem de ulusal çıkarların önemsenmemesini, küçümsenmesini ve hegemonya çabalarını reddederler. "
Milliyetçilik bugün eskiye göre çok daha çeşitlilik göstermektedir. Örneğin emperyalist şovenizm tekelci sermayenin kozmopolitizminin, ulusal nihilizminin savunuculuğu yanı sıra, beyaz ırk ve siyah ırk milliyetçiliği biçiminde de kendini gösterir.
Emperyalizm gericiliktir, bugün bu gericilik koşulları daha güçlü ve yaygın seyretmektedir. bu koşullarda burjuva ideolojisi olan milliyetçilik kendini kozmopolitizm olarak göstermektedir. Bu tekelci sermayenin, gerici milliyetçiliğin öteki yüzüdür.
Egemen emperyalist güçler, egemenliği altındaki küçük halkları denetim altında tutabilmek için diğer halkların emekçilerini ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Burada kullandığı silah ta kozmopolitizmdir.
Emperyalizm bu silahı sömürülmekte olan halkların direncini kırmak için kullanır. Emperyalizm in ideologları, bilim adamları, politikacıları hepsi bu emperyalist egemenliğin pekiştirilmesi için ulusal devlet fikrine sarılmanın anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek için var güçle çalışmaktadırlar.
Sonuç olarak, kozmopolizm ve ulusal nihilizm bir emperyalist ideoloji olarak tekellerin hizmetinde olana bir ideolojiktir ve bugün emperyalizmin buna çok fazla ihtiyacı olduğu görülüyor.
Bu ideoloji daha şimdiden ulusal farklılıkların zorla, özümseme yoluyla ortadan kaldırılması gerektiğini savunmaktadır. Ve bugüne kadar ve bugün hâlâ emperyalistler böyle yapmıyor mu!
Biz bunun karşısına ne koyuyoruz, Marksist- Leninist öğretiyi koyuyoruz.
M-L ulusların kaynaşmasını olağan bir süreç olarak ele almakta ve bunun da ancak uzak bir gelecekte, yalnızca özgür bir ulusal gelişme temelinde olacağını göstermektedir.

Fikret Uzun

1 Kasım 2008 Cumartesi

Tuyap 27. Kitap Fuarı ATP morışık yayınları standı.
5-7-8-9- Kasım İmza Günüm
Beklerim.

24 Ekim 2008 Cuma

Ortadoğu ve Sıkışma

Ortadoğu ve Sıkışma

Öncelikle, T.C. Devleti çözülüp, yerine yeni ama aynı karakterde yani uydu emperyalist karakterli tekelci kapitalist bir devlet ve mümkünse ılımlı bir İslam devleti(onun da özü eyaletlere dayalı bir yeni tip Osmanlı düzeni) kurmak için çabalanıyor.
Yukardan aşağıya yani YDD’nin önceden tesbit edilmiş kağıt üzerindeki dengeleri, bu bölgede oturtma çabalarını hızla yayılan krizden önce tamamlamak çabası bütünün bir parçası idi.
Bunun diğer parçalarından ve üst parçalarından biri de, BOP temelinde bölgeyi yeniden dizayn etme çabası idi. Bunda baş aktör ve egemen olan İsrail idi. Hatta ABD’nin bu yöndeki politikalarını bile manipule eden yine bu aktördür diyebiliriz. Ve hâlâ öyle. Bu parça da Kürt sorunu üzerinden ama Ortadoğu’daki diğer parçalarıyla birlikte hayata geçirilmek üzere işliyordu.
Fakat tüm parçalardaki projenin ilerleme takvimi uzayınca bir sıkışıklık meydana geldi ve kriz de dayandı. Daha Irak halledilemeden, İran ele alındı ama o da başarılamadı. Irak bölgesindeki Kürt devleti sorunu da halledilemedi. Türkiye coğrafyasındaki de öyle ve ayrıca Türkiye’de, bu projenin istenilen biçimde yürümesi için gereken dinamikler tam olarak oluşturulamadı ve bozulmak istenenler de tam olarak bozulamadı.
Dolayısıyla bu sıkışıklığı aşmak için her parçada aynı anda hızlandırma çabaları başladı.
Hızla ilerleyen krize rağmen bu projede ısrarlı oldukları görülüyor.
İşte şimdi, bu sıkışıklığı aşmak ve takvime yetişmek için; bir taraftan Ergenekon operasyonuna hem davayı sürdürüp bitirmek üzere, hem de korkuyu canlı tutarak, kafaları da daha çok karıştırmak üzere, yani hiçbir devlet kurumunun meşruiyeti temelinde ciddiyet bırakmamak üzere hız verilirken; diğer taraftan PKK ya yönelik şiddetin, bir çözüm olmadığını göstermek üzere artırılmasına ve çözümün siyasi ve masada gerçekleşebileceği temelinde propagandaların yükseltilmesine de hız verildi.
Diğer bir çaba da Kürt halkı ile Öcalan arasındaki bağı (hâlâ halk önderi olarak kabul ediliyor) ortadan kaldırmaktı. Ve hem İmralı tarafında, hem de PKK üzerinde bu çaba devam ettirildi, ettiriliyor. Çünkü halk Türkiye’den kopmak istemiyor. Demokratik bir çözüm istiyor. Oysa çizilen proje ayrı devlet ve tepeden, Kürt ve Türk egemenlerinin birlikte ve ABD ile İsrail’in yönlendirmesi ve hakimiyetinde kurulması yönünde. Öyleyse bunun için PKK üzerinden Kürt halkını terörize etmek, kontrollü bir milliyetçiliği yükseltmek gerekiyordu ve bu da sanırım başlatıldı.
İşte tüm bu projeleri zahmetsizce ya da fazla sorun çıkmadan hayata geçirmek için bu doğrultuda tüm düzenekleri harekete geçirmeye başladılar.
Güneydoğuda egemen sınıfların ya da onlara yakın olan siyasi partilerin hepsi bu devlet olayı için çalışmakta, buna rağmen ezici çoğunluk ayrı devlete değil demokratik çözüme daha yatkın davranmaktadır.
Evet, kısaca ulus devlet yani T.C. çözülecek. Bu çözülmede gedik Kürt devleti ile açılacak ve zincirleme olarak devam ettirilecek. Bu yönde kurulmak istenen uzlaşmanın(konsensüs) önünde Ergenekon artık bir engel durumuna geldi. Ayrıca bu uzlaşma Erdoğansız gerçekleştirilmek isteniyor.
İşte bu yöndeki sıkışıklığı giderirken ortaya çıkacak sancıyı egemen güçlerin kurmaya ve oturtmaya çalıştığı uzlaşmayla bertaraf etmek için halkı uzak tutmaya, olanları ve olacakları saklama anlamında, çalışmaktadırlar.
Güneydoğuda olanlar kuzey Irak Kürt devletinin ve devamında Türkiye coğrafyasındaki Kürt devletinin bütün taraflarca kabul edilebilir bir noktaya oturtulması için bu yöndeki operasyona ve uzlaşmanın pekiştirilmesine PKK üzerine gidilmesi noktasından hız verilmesidir.

Barzani Kürt aşiret reislerinin önemlilerinden biri. Uzun zamandır ABD ve İsrail tarafından ensesi kalınlaştırılırken askeri eğitim anlamında da yardım ediliyor. Kendisi zaten bir Yahudi kökenli Kürt olması sebebiyle İsrail’le ilişkileri de ona göre sürüyor. Dolayısıyla, İsrail’in güdümünde ve tüm parçalarda bütünsel bir Kürt devletinin tepeden kurulması çalışmalarında baş aktör. Ve tabii bu çabalara destek diğer Kürt egemenlerinden de geliyor. Ama diğer parçalarda da Öcalan’ın etkisi kırılabilmiş değil. Yani gene iş uzlaşmaya dayanıyor. Öcalan’la yakında masaya oturmak için önce İmralı’da sonra da bir af sonucu dışarıda çalışmalar sürebilir. Bunun için de AKP yerel yönetim bazında acele ediyor.
Bu konuda sancının uzlaşma ile çözülmesi mümkün olmazsa Türkiye’yi Ortadoğu’da bir savaşın içine sokabilirler ve sonuçta yani bu savaşın koşullarında da parçalanma gerçekleşebilir.
Ama Kürt ve Türk halkı arasında milliyetçi duyguların yükseltilmesine dayalı bir çatışma yerine kardeşlik teması geliştirilirse bu tersine dönebilir. O da şudur, aşağıdan yukarıya demokratik bir çözüm için halkın katıldığı Kürt egemenlerinin insiyatifini elinden alan bir hareket gelişebilir. Bunun için de özellikle Diyarbakır belediyesini AKP ele geçirmek istiyor.
İşte taşlama bunun için yapılıyor.
Feodal beyler ile Barzaniler ve burjuvazi şimdi bütün olarak hareket ediyor. Egemenleri bunlar teşkil ediyor. Yukardan devlet kurulduktan sonra da bu yönde yani kendi aralarında çatışma devam edebilir. Şimdi asıl olan bu tepeden kurulmaya çalışılan devlet için halkın da katılımını sağlamak istiyorlar. Öcalan da bunun için gerekiyor, ya da bitiriliyor. Galiba bitirilmeye çalışılıyor. Veysi Sarısözen bu konuya çok şiddetle karşı çıkıyor ve sonucu ağırdır diyor.
Tasfiye edilmek istenen tasfiye edilmiş Öcalan’ın halk üzerindeki önder olma etkisidir. Ve bununla birlikte PKK’nın legal konumda etkili bir hareket olmaktan çıkarıp egemenlerin siyasi temsilcilerinin önünü açmaktır. Ondan sonra çıkacak af ile güçsüz bir Öcalan ve Kürt halk hareketi ile masaya oturulsa bile hakimiyet egemen sınıfların başat olarak da Barzani’nin eline geçmiş olacak. O da İsrail’in ve ABD’nin baş aktörü olarak tüm parçalardaki Yahudi Kürt devletinin toparlanması için çalışmaya devam edecek. PKK da hâlâ bir terör örgütü olarak bırakılacak ve manipulasyon imkanı Barzani’de olacak. İstenildiği zaman Türk burjuvazisi bölgedeki emperyalist konuşlanmaya göre çıkarlarını devreye sokacak.
Yani Kürt sorunu daha bir sınıfsal karakter alarak devam edecek. Dolayısıyla eskisinden çok daha ağır koşullar Kürt halkı üzerinde kendisini gösterecek.
Sokak çatışmaları, kontrollü bir milliyetçiliği körüklemek içindir. Öcalan’a İmralı’da yapılanlar da bir nabız yoklamasıdır ve kontrollü milliyetçiliği yükseltebilmenin koşullarını tesbit etmek içindir.
Bu süreç daha devam edeceğe benziyor.
Öcalan tarafı ayrı devletten söz etmiyor. Demokratik çözüm diyor. Hatta Türk hükümeti DTP ile görüşsün, benimle görüşsün diyor. Bu çözüm Kürt halkı için gerekli olan çözüm diyor ve halkın büyük çoğunluğu bu kopuşu istemiyor. O nedenle de bir milliyetçilik gerekiyor.
Asıl soru; bizler, aklı başında olan sosyalistler, ulusların kaderlerini tayin hakkına saygılı olanlar öncelikle ideolojik ve teorik düzeyde nasıl bir tutum izlemeliyiz sorusudur. Sonra, politik bir örgüt olmadığına göre, bu yönde pratikte ve politik olarak nasıl bir duruş sergilemeli. Evet asıl soru budur.
Cevapları somut durumun somut tahlili olarak ele alırsak yani tespitlerimizi doğru kabul edersek geriye bu somut durum tahliline göre ne yapmalıyız sorusu kalıyor.
Fikret Uzun


EKLER

"Türkiye'nin Güney Kürdistan politikalarını değerlendiren Öcalan, sözlerini şöyle sürdürdü: 'Güney Kürdistan'da bir devlet kuruluyor, bunun sorumluluğunu bile bana yüklüyorlar. 'Sen sebep oluyorsun' diyorlar. Hayır, siz yirmi yıl önce söz vermiştiniz, siz kurdurttunuz. On yıldır Türkiye IMF'nin soygun ve talan politikalarına teslim olmuş, bu politikalarla yönetiyorsunuz. Kuveyt'te Güney'e karışmama karşılığında bir milyar dolar anlaşmayı siz yaptınız. Güney'de Arap Emirlikleri gibi bir yapı kurulmaya çalışılıyor. Burayı denetimleri altında tutmak istiyorlar. Türkiye'yi de bu politikalara zorluyorlar. Sonunda Türkiye'ye de hiçbir petrol falan vermezler, Amerika alır. Türkiye'de sadece belli kişileri, holdingleri zengin edecekler, halka bir şey vermeyecekler. Ben bunları dile getirdiğimde, 'Sen sivilleri tehdit ediyorsun' diye soruşturmalar acılıyor. Aslında sivillerden kastettikleri bu holdinglerdir. Yani bunlar hakkında konuşmayacaksın, bunlara dokunamazsın diyorlar. Ta 1946'dan beri karar verilmiş; Güney'de bir Kürt devleti kurulacak ve bu devlet Israil'in müttefiki olacak. Bu devletle Türkiye'yi sıkıştıracaklar. Kürt devleti kurulmakla Türkiye'deki Kürt sorunu çözülecek mi? Daha önce de Ermeni devleti kuruldu, Ermeni sorunu çözüldü mü? Yunanistan devleti kuruldu da Rumlarla sorunları bitti mi? Sorun hâlâ devam ediyor. Kürt devleti kurulursa Kürtlerle sorun biter mi? Hayır bitmez. Türkiye bu şekilde sorunları çözemez. Bu krizlerle birlikte sorunlar daha da büyür. Türkiye bunun altından kalkamaz. Bugüne kadar on hava operasyonu mu yapıldı sanıyorum; her hava operasyonunda milyonlarca dolar harcıyorsun. Türkiye'yi tamamen kendi kontrollerine alıyorlar.' "
"AKP ve ordunun çözümsüzlükte ısrar ettikleri için çok da fazla bir ömürlerinin kalmadığını dile getiren Öcalan, '2002'de AKP geldi, ABD'nin bazı politikaları vardı, görüşmeler kesildi, her şey değişti. Ben de bunların sorumlularının ortaya çıkmasını istiyorum. O dönemler benimle görüşmeye gelen yetkili, bana, 'Japonya ve ABD, nükleer bomba kullanıldığı halde barıştılar, masaya oturdular, biz neden oturmayalım, anlaşmayalım' dedi. Bu dili ben icat etmedim, kendileri icat ettiler. Ben de bu dile dönülsün diyorum. Şimdi de bir yetkili gelebilir. Ben makam, rütbe peşinde de değilim, alt düzeyden bir yetkili de olabilir, gelip benimle konuşabilir. Oturalım, konuşalım, plan yapalım; ben demiyorum ille benim dediğim olsun. Halka sorabiliriz, danışabiliriz. Kamuoyuna açık tarzda tartışalım, halk belirlesin. Hiçbir sorunu çözmüyorlar, her şeyi askere, görevlilere yüklüyorlar, onları aşırı zorluyorlar. Ben bunlara acıyorum, üzülüyorum.Bunların ömrü az. AKP geçicidir, 1-2 yıl ömrü kalmış. Ordu da öyle. Ordudaki anlayış da çözülüp gidecek. Ordu da kesinlikle çözüm istemiyor. Bugün bir tıkanma var ama beynini patlatacak, yüreğini ortaya koyacak kimse yok. Bu tıkanmanın aşılması lazım. Pozitivizmin aşılması lazım. Bunlar pozitivizmi, laikliği din gibi algılıyorlar. Türkiye'de pozitivizmin temsilcisi Baykal'dır. Amerika'nın getirmek istediği Siyasal İslam da çare değil. Pakistan'ın durumu ortada, İran'ın durumu da ortada. Bunların gözünü kâr ve iktidar hırsı bürümüş, başka bir şey düşünemiyorlar. 2003-2008, aradan beş yıl geçti, bu arada ölen 10 bin kişinin ölümünden onlar sorumludur. Dökülen kandan beni sorumlu tutuyorlar. Ben dışarıdayken de kan dökülmemesi için çok çaba sarf ettim. Buradayken de kanın durdurulması için çok çaba sarf ettim, durdurdum da. Filistin tarzı savaş da yürütebilirdik. Ama ben demokratım, sosyalistim, halkların boğazlaşmasını istemedim, sorumlu davrandım' şeklinde konuştu.Kürtler birlik olmalıSorunun çözümünde Kürtlere büyük bir sorumluluk düştüğünü ifade eden Öcalan, şöyle konuştu: 'Burada Kürtlere daha çok sorumluluk düşüyor. Kürtler daha çok birlik olsun, birliklerini geliştirsinler. İttifaklarını, birliklerini geliştirsinler. Gece-gündüz çalışmalılar. AKP'ye tek bir oy bile verilmemeli. AKP'ye verilen oylar savaş olarak, bombardıman olarak geri geliyor. Önümüzde kış var, bu değerlendirilebilir. Gelin bu kış çözelim. Önümüz bahar, baharda iş çığırından çıkabilir. Baharda savaş korkunç bir hal alabilir. Ben bunları önlemek istiyorum. Demokratik çözüm gelişirse, daha bütünlüklü bir yapı, daha demokratik bir toplum olabilir. Demokratik halk belediyeciliğini geliştirsinler. Barzani ve Talabani'ye de şu söylenebilir: Biz demokratik çözüm istiyoruz ve onlardan da demokratik çözüm konusunda ısrarcı olmalarını bekliyoruz. Kürtler barış istiyor. İran'da öyle idam tarzı yöntemlerle soruna yaklaşmamalıdır. Demokratik çözüm İran'da geliştirilebilir. Bu temelde diyalog geliştirilebilir İran'la. İran'daki halkımıza, cezaevindekilere hepsine selam ve sevgilerimi iletiyorum. Oradaki tutuklular hayatlarını tehlikeye atmasınlar, kendilerine dikkat etsinler. Bütün kadınlara özel selam ve sevgilerimi iletiyorum. Onların onurlu bir yaşam sürdürmeleri için elimden geleni yaptım, yapmaya da devam edeceğim. Demokratik çalışmalarını sürdürebilirler, halkımıza, herkese selamlarımı sunuyorum.' İSTANBUL "15 Ekim 2008 tarihli Görüşme Notu'dur

" Ben yoksul Kürtleri temsil ediyorumHakkındaki değerlendirmelerin doğru olmadığını ifade eden Öcalan, şu değerlendirmelerde bulundu: 'Tabi hakkımdaki değerlendirmeleri doğru değil, bu değerlendirmeler bilinçli yapılıyor. Hitlerin ordusu vardı, gücü vardı, ekonomisi vardı, onlara dayanarak milliyetçilik yapıyordu. Oysa ben yoksul Kürtleri temsil ediyorum. Ben başından beri demokrasi ve özgürlüğü benimsedim ve ön plana çıkardım. Bu makalede Kürt milliyetçiliğinin tarihinden de bahsediliyor. Bununla ilgili Kürt Milliyetçiliğinin Kökeni isimli bir kitaptan alıntılar vardı.Milliyetçilik fikrini ortaya çıkaran, geliştiren Yahudilerdir. Bunu kitabımda çok iyi açmışım, incelemişim. Her devlet kendi milliyetçiliğini geliştirmeye çalıştı. Hitler milliyetçiliğini de Yahudiler ortaya çıkardı, onlar geliştirdi. Geliştirdikleri bu milliyetçilik daha sonra kendilerine döndü.' ""Kürt milliyetçiliğini de İsrail ortaya çıkardıÖcalan İsrail'in milliyetçiliklerin gelişmesinde oynadığı role işaret ederek önemli tespitlerde bulundu: 'Kürt milliyetçiliğini de ortaya çıkaran İsrail'dir. İsrail ve Kürt milliyetçiliğinin çok güçlü ilişkileri var. İsrail, bu milliyetçiliği kontrol altında tutmaya çalışıyor.Türk milliyetçiliğini de geliştiren Yahudilerdir. İttihat Terakki'den beri de kontrolleri altına aldılar. Türk milliyetçiliği de bir ön İsrailliyattır. Nihal Atsız, Türk milliyetçisidir ama kendisi yıllarca hapishanelerde yattı. Nihal Atsız'ın milliyetçiliği, Türkeş ve Bahçeli milliyetçiliğinden farklıdır. Atsız'ın milliyetçiliği Almanya milliyetçiliğine dayanır, soy milliyetçiliğidir, soya dayanır. Türkeş onların milliyetçiliği farklıdır. Suphi Karaman onlar var. Türk milliyetçileri '50'lerden itibaren Amerika'ya gittiler, Amerika'yla ilişkilerini geliştirdiler. '80'lerden itibaren Ilımlı İslam adı altında Nakşî kıyafetli olarak sürdürülüyor.Ancak Türk milliyetçiliği İttihat Terakki'de laik kıyafetlidir. Türk milliyetçiliği laik karakterli olarak gelişti. Kürt milliyetçiliği ise Nakşî karakterlidir, içinde laiklik kıyafeti azdır.' "
"Kürtler her alanda demokratik olarak örgütlenmeliKürtlerin de her alanda demokratik örgütlenmelerini yapmaları gerektiğini ifade eden Öcalan, 'Kürtler de her alanda demokratik olarak örgütlenmelerini yapmalıdırlar. Onuru, cesareti, vicdanı, yüreği olanlar, kendilerine dayatılan paraya, güce teslim olmayanlar her alanda demokratik kurumlarını oluştururlar' şeklinde konuştu.PKK'nin kırılma noktasına getirilemeyeceğini dile getiren Öcalan sözlerini şöyle sürdürdü: 'Genelkurmay Başkanı, 'PKK'nin kırılma noktasında olduğunu' söylüyor. Bu doğru değil. PKK'yi kırılma noktasına getiremezler, bitiremezler. Radyodan dinledim, hatta daha güçlendiğini bile söylüyorlar. Suriye'den katılımların yoğun olduğunu, İran'dan katılımların yoğun olduğunu, yine Türkiye'den yoğun katılımların olduğunu kendileri belirtiyorlar. Bu şekilde sorunu çözemezler. 'Amerika bize her türlü desteği veriyor daha da üzerlerine gideceğiz' diyorlar.Türkiye'ye CIA, MOSSAD, MI6 her tür desteği veriyor. Amerika'yla birlikte 'PKK bizim düşmanımızdır', 'PKK bizim ortak düşmanımızdır', 'bitireceğiz' diyorlar. Soruna bu şekilde yaklaştıkça Türkiye kapitalist sisteme daha çok bağlanıyor. Kapitalist sistem de İran ve Suriye çekişmelerinden dolayı Türkiye'nin bir müddet daha kendisine daha çok bağlanmasını istiyor. Bu şekilde Türkiye büyük kaybedecek, tamamen bağımlı hale gelecek. Daha önceleri İran-Irak savaşında Saddam'a da tam destek vermişlerdi. İran Şahına da zamanında destek vermişlerdi. Sonları ortada. Bu şekilde devam ederse Türkiye'ye de sonunda yöneleceklerdir. Fakat Türkiye'nin kendi içinde de çelişkileri büyüktür. Şu an sessiz kalıyorlar ama bu ekonomik krizle birlikte bu çelişkiler daha büyüyerek gün yüzüne çıkacaktır. Türkiye'nin daha fazla bağımlı hale gelmesi olayını bence MİT tam bilmiyor, anlayamıyor. Erdoğan CHP onlar da bilmiyorlar. Bazı yazarların bu konuda önemli tespitleri var. Türkiye'nin bu kadar bağlanmasını, Türkiye'yle bu kadar oynanmasını onurlarına yediremiyorlar.' "
" İran'daki açlık grevindekileri selamlıyorumİran cezaevlerinde Kürt tutsakların 25 Ağustos'tan bu yana yürüttüğü açlık grevine de değinen Öcalan, 'İran'daki Kürt tutsaklar açlık grevindelermiş. Hayatlarının tehlikeye girmemesine dikkat edilmelidir. Hepsini selamlıyorum' diyerek destek mesajı verdi.Öcalan, belediyecilik ve çatı partisine ilişkin ise şu değerlendirmelerde bulundu: 'Benim için demokratik belediyecilik önemlidir. Kararların halkla birlikte alınabilir. Mesela Diyarbakır'da Belediye Başkanlığı diğer başkanlarla birlikte halkla haftalık toplantılar yapılabilir, sorunlar tartışılabilir. 'Biz bu hafta burada şunu şunu yapmak istiyoruz' şeklinde öneriler yapılabilir, halkla birlikte kararlar alınabilir. Ve o hafta, o süre içinde bu kararlar uygulanabilir. Benim belediyecilik anlayışımda halkla birlikte karar alınır. Halk da kendine güvence veren, sözünün eri olan adaylara oy verebilir. Ben ancak böyle adayları desteklerim. Bazı partilerde olduğu gibi, öyle tepeden dayatmalarla, parayla gelen adaylara oy verilmemelidir. Tabanın istekleri doğrultusunda bu işler yürütülebilir. Umuyorum başarılı olunur.Türk aydınlarıyla birlikte, Çatı örgütlenmesi yapılabilir. Demokratik çözüm için bu çalışmalar yapılabilir. Ben birlikte çalışma derken, Türkiye geneli ve Bölge merkezli iki demokratik örgütlenmeden bahsediyorum.' " "Irak'taki halkımız dikkatli olmalıTüm parçalarda ve yurtdışında yaşayan Kürtlerin bayramını kutlayan Öcalan'ın bayram mesajı şöyle: 'Özellikle Suriye'deki halkımızın bayramını kutluyorum. İran'daki halkımızın bayramını kutluyorum. Irak'ta da halkımız çok dikkatli olmalı, kendi öz güçlerini geliştirmeliler, orada saldırıya açıklar, hedef olabilirler, kendilerini korumalılar. Kendi gücüne dayanabilirler. Bayramlarını kutluyorum. Avrupa'daki halkımızın, bayramını kutluyorum. Herkesin, tüm halkımızın bayramlarını kutluyorum. Türkiye'deki tüm dostlarımızın, aydınların bayramlarını kutluyorum.'Öcalan son olarak bu aralar edebiyat üzerine, sanat üzerine, bilimsel kitaplar okumayı düşündüğünü belirtirken, 'Yine tarihe, Avrupa'nın, Rusya'nın ve İran'ın tarihi ile İslam Uygarlığıyla ilgili kitap okumayı düşünüyorum' diye belirtti."İSTANBUL / ANF1 Ekim 2008 tarihli Görüşme Notu'dur

6 Ekim 2008 Pazartesi

Girişik

eksiğim diye
………susuyor nehir yatakları
kar yürüyor içime
………zamansız
kırbaç dalgalı koylara doğru
sızıyorum yardan
……..gönülsüz

Düşdökümü

balıklama dalışların
……………….sudan çıkmışlığında
kaç kez ölsek artık yetmez
……………….sustukça
tüten yanımız sığmaz pembeliklere

düş dökümlerine çalan
……………..güneşli yanlarımızı
yeni sürgün aşkına
…………… sardunya vefasını yolarız
parmak uçlarına yayıldıkça çıkmaz acısı

29 Şubat 2008 Cuma

İlköğretim sınıfları için Piyes

MUSTİ SAHNEDE
Piyes
Evin Okçuoğlu

Sahne 1
Yatak odası pencere yanı... Dışarıyı seyreden bir çocuk... giyimiyle boğazı sarılı haliyle hasta olduğu belli
Musti:
Ufff...canım sıkılıyor. Ablam hâlâ gelmedi. Bu gün Cuma diye tören vardır.
Anne içeriden seslenir:
Anne:
Ne dedin yavrum?
Musti:
Hiç anne, ablam dedim, hâlâ gelmedi de.
Kapı zili duyulur. Musti ıhlamur içmekte...
Musti:
Abla, hoş geldin. Benim ödevlerimi de aldın mı arkadaşımdan. Öğretmen pazartesi kontrol eder, yapmazsam olmaz.
Abla: Abla koca sırt çantasını yere bırakıp odasına doğru giderken
Aldım.
Abla biraz keyifsiz görünmektedir. Bir not kağıdı verir Musti'ye
Musti:
Neyin var abla, alay ettiler diye yine kavga mı ettiniz okulda? Ne olmuş yani biz bu şehre yeni geldik ve Türkçe’miz düzgün değil, ne yapalım. Alay etmeleri gerekmez ki. Bazı sözcükleri bulmakta zorlanıyoruz. Aklımıza hemen Almanca’sı geliyor.
Abla:
Boş ver konuşmaya değmez.
Musti:
Sınıfta sadece yanımda oturan Deniz’le iyi arkadaş olabildim. Diğerleri hep uzak duruyor. Aslında merak ediyorlar beni, biliyorum. Ama bir türlü yaklaşamıyorlar.
* * *
Sahne 2
Deniz annesiyle konuşuyor evde. Yeni öğrenciden söz ediyorlar.
Deniz:
Anne bizim sınıfa yeni gelen Almancı çocuk var ya...Adı Mustafa... Musti diyorlarmış ona. Benim yanımda oturuyor sınıfta. Bana geçen gün dedi ki ‘Deniz sen iyi arkadaş, ben çok zor Türkçe konuşabilir. Ama sen beni anladın.’ Dinlemek ve anlamaya çalışmak istemiyor diğer çocuklar. O da çok sessiz.
Deniz'in Annesi:
Kızım, konuşmazsanız nasıl öğrenecek Türkçe’yi? Sen arkadaşlarına söyle, böyle davranmasınlar.
Deniz:
Bu gün okula da gelmedi. Hastaymış. Ablası benden ödevleri aldı. O bizden üç sınıf büyük.
* * *
Sahne 3
Musti, ablasının yanına gider okuldan haberler almak ister.
Ablası:
Bu gün okula konuk bir öğrenci geldi. Avustralya’dan öğrenci değişimi ile gelmiş. Bizim derslere katılıyor.
Musti:
Aa ne hoş... adı ne, kız mı erkek mi?
Ablası:
Erkek, adı Cameron. Herkes onunla konuşmak için etrafına toplandı. Bir yandan İngilizce konuşmaya çalışıyorlar, bir yandan da ona, Türkçe kelimeler öğretiyorlardı.
Musti:
Peki senin neden keyfin yok abla?
Ablası:
Hiiç!
Musti:
Yoksa Cameron ile mi ilgili?
Ablası:
Biz Almanya’dan gelen Türk değil de Alman olsaydık, diyorum.
Musti:
Anladım. Sen bize karşı anlayışsız davranıldığından üzülmüşsün.
Ablası:
Hayır. Aslında bu gün anlayışsız da değil, ayrımcı davranıldığını düşündüm.
Musti:
Haklısın. Cameron’a ilgili, bize ise soğuk davranıyorlar. Oysa o da Türkçe konuşamıyor biz de az biliyoruz.
Ablası:
Bu bizim suçumuz değil ki.
Musti:
Neyse abla, boş ver. Belki bizi bir gün anlarlar.
****
Sahne 4
Okul... Musti'nin sınıfı. 7-8 öğrenci ve sıralar vardır.
Deniz:
Sen hastayken bir sınıf günü yapılacağını söyledi öğretmen. Belki sana da bir görev verir.
Musti:
Ben ne yapabilirim ki! İsterdim tabii.
Öğretmen içeri girer. Öğrenciler ayağa kalkar.
Öğretmen
Oturun çocuklar. Sınıf günümüz için görevleri bölüşelim.
Rol yeteneği olan beş öğrenci bir piyes hazırlasın.
Beş öğrenci parmak kaldırır. Öğretmen onaylar. Güzel şiir okuyan Deniz de bir şiirle katılıyordu değil mi?
Deniz:
Evet öğretmenim.
Öğretmen (Mustiye dönerek sorar):
Sen de Almanca bir şarkıyla katılmak ister misin Mustafa?
Musti:
Olur tabii. Sevinirim öğretmenim.
* * *
Sahne 5
Mustilerin ev. Musti annesiyle konuşmaktadır. Çok sevinçli ve hızlı hızlı anlatır.
Musti:.
Sınıf günü olacak anne, ben de şarkı söyleyeceğim. Deniz de şiir okuyor. Almanca bir şarkı söylersin dedi öğretmen.
Annesi:
Çok sevindim Musticiğim.
Ihlamuru bardağa dökerken Hadi, oğlum, iç bak, sıcak sıcak. Sesine iyi gelir
Musti’nin sınıfta arkadaşlarıyla ilişkisinde bu sınıf günü bir dönüm noktası olur. Deniz ile birlikte sınıf günü için sürpriz hazırlamaya karar verirler. Öğretmenden izin aldılar. Birlikte ders bitimlerinde çalışırlar. Bu sürpriz program bütün sınıfın merak konusudur.
Sahne... Sınıf günüdür.
Deniz:
YAZMAK İSTERDİM
Kavgayı yaprakların üzerine yazmak isterdim
Sonbahar gelsin yapraklar dökülsün diye.
Nefreti bulutların üzerine yazmak isterdim
Yağmur yağsın bulutlar dağılsın diye.
Öfkeyi karların üzerine yazmak isterdim
Güneş açsın karlar erisin diye.
Ve sevgiyi tüm yeni doğmuş bebeklerin yüreklerine yazmak isterdim
Onlarla büyüsün dünyayı sarsın diye.
Koro:
Okul şarkıları söylerler.
Musti:
Almanca şarkısını söyler.
ALKIŞLAR
Musti mikrofonu bırakmaz

Musti
Şimdi size bir sürprizimiz var.
Deniz de sahneye gelir. İzleyen öğrencilerde kıpırtılar olur. Heyecanla beklemektedirler.
Deniz folklor giysileri giymiştir. Musti de hemen kızılderili tüyleri olan bir şapka giyiverir. Karşılıklı geçerler. Hiç söz söylemeden, hareketler yapmaya başlarlar. Önce çekingen dururlar. Sonra selamlaşırlar ve acıktıklarını anlatmaya çalışırlar. Hareketleri birlikte gidip balık tutup yemek yeme şeklinde sürer. Karınları doyunca da oturup bir yerde uyur gibi yaparlar. Gösterileri beş dakika sürer.
Gösteri sonunda öğretmenleri sahneye gelir. Alkışlar durmaz.. Öğretmen kapanış konuşmasını şöyle bitirir
:
Öğretmen
Hepinize katkılarınız için teşekkür ediyorum. Son gösteri pantomimde, nasıl da farklı insanlar, sessizlikte bile iyi dostluklar kurdular değil mi? Konuşma dilimizin farklı olması, hiç olmaması bizi kaynaştırmaya engel değil.
Sahne kapanır.

21 Şubat 2008 Perşembe

Keman Ağladı

Fazıl Say’ın dünya prömiyerinde
Haremde vurmalı yaylı çığlığıyla Katibim motifli 1001 Gecesi
Patricia gelincik ağlaması
Neyce konuşan keman
Kuş cıvıltısı
Aşkın yakarışı

piyanonun kemanlaştığı, kemanın neyleştiği gecede Summertime da Fazıl'ın aleme hediyesi...
İsviçre'den Canlı Yayın 20 Şubat 2008 Haber Türk'e teşekkürlerle.

20 Şubat 2008 Çarşamba

Şehir Kokusu

çorba ısıtır analar bir ucunda kentin çamaşır asarlar
okul dönüşü servisidir tüm tıkalı kılcalların suçlusu
kentin damarı sokak karartır yüzünü bir yanında
çekilen bıçaklar konuşturur namusu
kiralık bedenler küfürleşir üvey ellerde
memelerinde süt kokusu buram buramdır hiç tanınmadık yanında şehrin
çarpıntısı tutar uçurum ilişkilerin yan yana yabancılığından
elektriksel uğultusunda çöker geceler dumanlı yokuşlarına varoşun
nerede biterse kent orada bir başka doğar gün.

Evin Okçuoğlu

17 Şubat 2008 Pazar

evin okçuoğlu

Quote
Kaplumbağa
Yaşanan günlerle ilgili sohbet ediyorlardı. Adam kaplumbağalardan söz etmeye başladı. Kadın konuyla ne alakası var dedi. Adam bir yol düşün dedi, kaplumbağa yola koyulmuş ilerliyor. Birden bir el uzanıyor tepesinden. Tutup ters çeviriyor kaplumbağayı. Kaplumbağa debelenmeye başlıyor. Kendi başına düz dönmesi olanaksız bir hayvan. Umarsızca onu ters çeviren elin tekrar üzerine uzanmasını dileyecektir. Felaketini yaratan elin kurtarıcı olmasını umacaktır.
Kadın düşündü bir süre.
İyi ki insanız dedi.